Giriş
Ankara, İç Anadolu’nun kuzeybatısında, Sakarya Nehri’nin kollarından olan Ankara Çayı’nın geçtiği ova üzerinde kurulmuş ve geçmişi çok eskilere dayanan bir şehirdir. Coğrafi yönden doğal şartlarla korunmaya elverişli olması sebebiyle kervan yollarının uğradığı bir yerleşim yeri olmuştur. İlk Çağ’dan itibaren Anadolu coğrafyasında doğu-batı çizgisinde geçen ordu, posta ve ticaret yolu olma özelliğini barındıran hat üzerinde bulunmasından ötürü sürekli iskân görmüş bir şehirdir (Aktüre, 2000, s. 4; Tekemen Altındaş, 2016).
Ankara çevresinde tarih öncesi dönemlerden itibaren yerleşim gören bazı yerler bulunmakla birlikte Ankara şehrindeki ilk yerleşimin, mevcut tarihî ve arkeolojik çalışmalar ışığında Frigler döneminde başladığı görülmektedir. Frigler döneminde Hacı Bayram Tepesi merkezli yerleşim, Galat döneminde kaleye kaymış ve Roma hâkimiyetine giren şehir kaleden aşağı düzlüğe doğru yayılmıştır.
Ankara, Roma hâkimiyetinden Türk hâkimiyetine kadar olan tarihî süreçte birçok önemli siyasî ve askerî olaylara sahne olmuştur. Şehrin konumu ve şehirden geçen yollar bu durumun önemli bir sebebidir.
Ankara’nın idarî olarak Roma hâkimiyetinden Türk hâkimiyetine kadar önemli bir merkez olduğu görülmektedir. Ankara’nın idarî merkez olduğu alan, zaman içinde değişikliğe uğramasına rağmen şehrin idarî merkez oluşu pozisyonu kesintisiz olarak devam etmiştir. Ankara XII. yüzyıla kadar sırasıyla Galatia Eyaleti, Galatia Prima Eyaleti, Opsicion Theması ve Bucallerian Theması’na merkezlik yapmıştır. Bu durum şehirde yerel yöneticilerin yanında eyalet/thema yöneticilerinin bulunmasını da sağlamıştır.
Bugün Ankara’da mevcut olmayan birçok yapı adı veya yapılara dair işaretler kaynaklarda mevcuttur. Roma-Bizans Ankara’sında halk, toplumsal olarak tabakalar halinde yaşamışlar ve şehrin asilleri ve zenginleri şehirde gerekli olan kamu işlerini üstlenmiştir.
Ankara’da dinî açıdan paganist dönemin oldukça hareketli oluşu, şehirde tapınım ve saygı gören kültlerin çeşitliliğinden ve bu kültlere ait yapılardan anlaşılmaktadır.
Paganizm’den Hıristiyanlığa geçiş sürecinde Roma İmparatorluğunda yaşanan gelişmelerin mikro örnekleri Ankara’da görülmektedir. Roma-Bizans Ankara’sında Yahudilerin bulunduğuna dair kayıtlar da mevcuttur. Şehrin Türk hâkimiyetine girmesinin ardından şehirde İslâmiyet yayılmış ve sonraki süreçte Müslümanlar çoğunlukta olmakla birlikte, Hıristiyanlar ve Yahudiler şehirde beraber yaşamayı sürdürmüşlerdir (Resim 1)(Akyol, 2014, s. 1).
Ankara en önemli konumuna Cumhuriyet sonrası dönemde ulaşmıştır. Bu nedenle Cumhuriyetin başkenti ilan edilmesi önemli bir kırılma noktası olarak ele alınmış ve kentin tarihi, Cumhuriyet öncesi ve sonrası şeklinde iki ana dönem olarak ele alınmıştır. Her ne kadar kendinden önceki son katman olan Osmanlı’nın karşısında ondan tamamen farklı bir rejim olarak var olmaya çalışsa da Cumhuriyet sonrası Ankara’sında hâlen Cumhuriyet öncesi katmanların izini sürebilmek mümkündür. Üstelik Ankara, üç farklı imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul gibi bir kentin karşısına çıkarılmış ve onun gölgesinde kalmadan yükselebilmesi, mevcut eşitsizliklerin ortadan kaldırılabilmesi, hem Türk ulusu hem de uluslararası camiada kurulan yeni devletin başkenti olarak kabul edilebilmesi için oldukça yoğun bir şekilde çalışılmıştır. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kentin tarihine başvurulmuştur. Tam da bu durum Cumhuriyet’e üzerine inşa edilebilecek doygun bir tarihî geçmişi sunarken, rahatlıkla şekillendireceği temiz bir sayfa açmasını da sağlamıştır(Dursun & Poyraz, 2014, s. 27).
Ankara’nın Coğrafı Konumu
Ankara’yı bilinen tarihi devirlerinden bu yana önemli bir merkez yapan unsurların başında coğrafî konumu gelir.
Ankara, İç Anadolu Bölgesi’nin kuzeybatısında, Yukarı Sakarya Bölümü’nde, 39056ı kuzey paraleli ile 32o52ı doğu meridyeninin kesiştiği noktada bulunmaktadır. Doğuda Kırıkkale ve Kırşehir, batıda Eskişehir, kuzeyde Çankırı ve Bolu, güneyde ise Konya ve Aksaray illeriyle çevrili olup rakımı, 830-890 metre arasındadır.
Anadolu’nun genel morfolojisi sonucunda, İç Anadolu ile bu bölgeyi denizden ve diğer bölgelerden ayıran sıradağlar arasında iskâna elverişli bir eşik kuşağının ortaya çıktığı görülmektedir. Dağlardaki su birikiminden faydalanarak bozkırın kuraklığından kurtulması, sıcak yaz aylarında yükseltisiyle serinlik sunması, düşmana karşı vatan savunmasını kolaylaştırması ve aynı zamanda dağların engebelik-tarıma elverişsiz topografyası dışında kalması nedenleriyle bu kuşak, üzerinde, tarih boyunca büyük şehirlerin (Hattuşaş, Gordion, Ankara… gibi) kurulup gelişmesine imkân vermiştir. Şehirlerin kurulmasına imkân veren bu eşik kuşağı, aynı zamanda Anadolu’daki başlıca yollara da güzergâhlık etmiştir. Yolların geçişi ise, kuşağın yerleşmeye elverişliliğini arttırmıştır. Özellikle tarih boyunca Batı’yı Doğu’ya bağlayan ve Anadolu’yu baştanbaşa kat eden anayollar, Orta Anadolu bozkırının kuzeyinden ve güneyinden geçerek hem bahsettiğimiz şehirler sisteminden faydalanmış hem de bu şehirleri beslemiştir(Akyol, 2014, s. 3).
Ankara, yüksek ve kıraç Anadolu platosunda dört dağ ile çevrili bir çanak görünümündedir. Kuzeyde Karyağdı Dağı, doğuda İdris Dağı, güney-güneydoğuda Elma Dağı ve güneydoğu ve güneybatıda Çal Dağı Ankara’yı çevreler. Bu dağların arasında, şehrin güneybatısına doğru ilerleyen vadide üç nehir bulunmaktadır. Bunlardan Çubuk Çayı, İdris ve Karyağdı dağları arasından akar, Bent Deresi (Hatip Çayı), İdris ve Elma dağları arasından akar ve İncesu, Elma ve Çal dağları arasından akar. Bu çaylar Karyağdı ve Çal dağları arasında birleşerek batıda Sakarya nehrine katılan Ankara çayını oluşturur.
Ankara, coğrafî konumunun sunduğu imkânlar sayesinde kuruluşundan günümüze kadar varlığını koruyabilmiştir.
Ankara Adı ve Şehrin Kuruluşu
Ankara şehrinin adının tarih içerisindeki serüveni, şehrin kuruluşu ve adının kaynağıyla ilgili birçok rivayetler, efsaneler ve varsayımlar vardır. Şehir, tarihi süreçte Ankara telaffuzu etrafında dönen birçok isimle anılmıştır. Bu isimler biçimsel olarak Ankara şekline yakın olmakla birlikte, birbirinden oldukça farklı anlamlar taşımışlardır. Grekçe Anchor, gemi çapası, Frig dilinin türediği Sanskritçede Ankas, engebeli, Farsçada Engür, üzüm, Yunancada Angurika, koruk demektir. Çeşitli dillerdeki Ankara’ya ad olabileceği varsayılan sözcüklerin anlamlarını Ankara, coğrafî ve ekonomik özellikleriyle karşılamaktadır.
Ankara adının kaynağıyla ilgili rivayetler, tarih öncesi dönemin efsanelerine kadar dayanır. Ankara adının kaynağıyla ilgili ilkçağa ait eserlerde bazı bilgiler vardır. Şehrin adı, dönemin Grekçe metinlerinde Άγκυρα; Lâtince metinlerinde ise Ancyra olarak geçmektedir. Bu kelime anlamsal olarak ilkçağ yazarları tarafından gemi çapası ile ilişkilendirilmektedir. Roma döneminde basılan şehir sikkelerinde şehrin sembolünün gemi çapası olduğu görülür (Resim 2, 3).
Stephanos Byzantios’un ansiklopedik coğrafya eserinde, Apollonius’a atfen şehrin kuruluşu ve adına dair bazı bilgiler verilmektedir.
Aslen Mısırlı bir kâhin ve âlim olan Apollonius, Ptolemaioslar döneminde uzun süre Anadolu’nun güneybatısında Karia’da Aphrodisias’ta yaşamış ve Karia Tarihi adlı eserini yazmıştır. Bu eser günümüze ulaşamamış olmakla beraber eserdeki Ankara’nın kuruluşuna dair rivayet, Stephanus Byzantinus vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Bu rivayetteki II. Ptolemaios’un Karadeniz’e bir deniz seferi düzenlemiş olması, mümkün görülebilir. Çünkü Mısırlıların Sinop ile yakın ilişkileri bulunmaktaydı ve bu sırada Sinop, Pontus Kralları tarafından sürekli rahatsız edilmekteydi. Galatların Anadolu’daki yerleşim yerlerinin onlara çeşitli krallar tarafından verildiği görüşü de tarihsel gerçekliğe uymaktadır.
Makedonyalı Büyük İskender’in doğu seferinde Ankara’ya uğradığını ve burada Paflagonia elçileriyle görüştüğünü ve daha sonra Kapadokya’ya doğru ilerlediğini ilkçağ kaynaklarından öğreniyoruz.
Pausanias’ın kaydına göre ise Ankara, Gordios’un oğlu Midas tarafından kurulmuştur ve bir Frig şehridir. Yazar, Ankara adını yine gemi çapası ile ilişkilendirmektedir. Ona göre Kral Midas, gemi çapasının mucididir ve Midas’ın bulduğu gemi çapası, Pausanias’ın zamanına kadar Zeus tapınağında mevcuttur. Afif Erzen’e göre, Pausanias’ın anlattıkları bir Frig efsanesi olup Kral Midas, Friglerin efsanevî atasıdır. Şehrin kuruluşunun Midas’a dayandırılması şehrin eskiliğini ve Friglerin de şehrin kuruluşu hakkında bilgi sahibi olmadıklarını göstermektedir. Dolayısıyla bu durum, şehrin Hitit döneminde de varlığına işaret etmektedir.
Şehirde yapılan arkeolojik kazılar şehrin Frigler dönemindeki varlığını kanıtlamaktadır. Daha önce değindiğimiz diğer Ankara isimli yerleşmelerin de Friglerin, Anadolu’ya göç yolu üzerinde oluşu, Ankara adının Friglerle ilgili olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Ankara isminin tarihi Hitit dönemine gitse de, şehirde yapılan kazılarda Hititlere ait bir bulguya rastlanmamıştır. Hitit metinlerinde geçen Ankuwa isminin Ankara olduğu bir dönem iddia edilmişse de, daha sonra bu ismin Alişar olabileceği anlaşılmıştır. Hitit belgelerinde geçen Ankuwa, Ankrala, Ankuwash gibi benzer sözcüklerden biri, Ankara’yı temsil edebilirse de bu durum henüz ispatlanamamıştır.
Anadolu’daki birçok yer adının Orta Asya menşeli olduğunu ve dolayısıyla Ankara adının da Orta Asya/Türk kökenli olup, Milattan önceki zamanlarda Anadolu’ya Türkler tarafından verilmiş olabileceğine dair görüşler de vardır. Bu görüşün en önemli savunucusu Ankara’nın başkent olmasını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Türklerin Anadolu’ya ilk defa, genel kanaat olarak, Malazgirt ve sonrasında yerleştiği değil de Hititlerden daha önce Anadolu’da var oldukları ispatlanırsa, bu görüş de ispatlanmış olacaktır (Akyol, 2014, s. 3).
Ankara adının etimolojik kökeni olan “Ank-”, Frig dilinde, kıvrım veya keskin dönemeç anlamına gelmekte ve bu kökün manasından dolayı Ankara Kalesiyle Hatip Çayının oluşturduğu doğal görünüme atıfta bulunulmaktadır. Bu faraziyeye göre şehrin adı, Ank veya Ankas (kayalık vadi, dar boğaz) kelimesinden gelmiştir. Ancak kentin coğrafi vaziyetiyle Ankas kelimesi arasında bir bağlantı kurmak şimdilik zayıf bir ihtimaldir. Zira Anadolu’da bu coğrafi vaziyete sahip birçok yer bulunmaktadır. Eğer bu coğrafi vaziyete sahip bölgelere Frigler bu adı vermiş olsalardı, Anadolu’da benzer coğrafi özellikleri gösteren yerler de aynı adla anılmış olmalıydı.
Ankara adının ne zaman, kim tarafından verildiği bilinmemekle birlikte şehrin Paleolitik dönemden itibaren yerleşime sahne olduğu arkeolojik çalışmalardan ve yüzey araştırmalarından bilinmektedir.
XIX. Yüzyılda Ankara
Osmanlı Devleti’nde toprak eyaletlere, eyaletler de temel idari birim olan sancaklara ayrılmaktadır. XVI. yüzyılda Trakya dışında Anadolu, Karaman, Sivas, Diyarbakır ve Erzurum eyaletlerinden meydana gelen devlet toprakları, yönetici sayısındaki artış vb. nedenlerle XVIII. yüzyılın sonlarına doğru 10’a, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru da 20’ye yükselmiştir. Eyaletlerin yönetimi Beylerbeyi denilen üst düzey bir yöneticiye, sancaklar da Sancakbeyine bırakılmıştır. XVII. yüzyılla birlikte eyalet ve sancak yönetimi klasik şeklinden ayrılarak sancaklarda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmıştır. XVII. yüzyılda başlayıp XVIII. yüzyılda iyice yerleşmiş olan arpalık sistemiyle merkezde sayıları oldukça fazla olan vezir rütbeli kişilere birkaç sancağın geliri tesis edilmiştir.
Ankara, 1462’ye kadar Anadolu Eyaleti’nin merkezliğini yapmış, bu tarihten sonra eyalet merkezi Kütahya’ya taşındığı için sancak durumuna gelmiştir. XIX. yüzyılın başından itibaren idari alanda ortaya çıkan problemlerin çözümü için sancak ve eyaletlerin idari sisteminde ve sayılarında dönem dönem değişikliğe gidilmiş, sözü edilen süreçte Ankara Sancağı 13 kaza olarak şekillenmiştir. İdari olarak 13 kazaya ayrılan Ankara Sancağı, şer’i manada Ankara, Çubukâbâd, Murtazâbâd, Yabanâbâd, Beypazarı, Na’alluhan, Haymanateyn, Yürükan-ı Ankara, Ayaş ve Şorba’dan oluşan 10 adli birime ayrılmıştır (Tekemen Altındaş, 2016, s. 38).
XVIII. yüzyılda sancaklar ve eyaletler arpalık ya da malikâne olarak paşalara veriliyordu. Bunun nedeni ise söz konusu yerlerin askeri özelliğinin azalması ve artık buraların iktisadi yönden önem kazanmasıydı. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren sancaklar vezir rütbeli paşalara verildiği gibi, vezir rütbesi olmayan paşalara da verilmeye başlanılmıştır. Aynı yüzyılın başlarından itibaren sancak yöneticilerine klasik dönemde olduğu gibi sancakbeyi veya mirliva tabiri kullanmak doğru olmadığı için, tasarruf eden anlamına gelen mutasarrıf (Osmanlı`da eyalet yönetimindeki vali gibi, sancaklarda da aynı yetkiye sahip görevli) tabirinin kullanımına başlanılmıştı. Sancakların ve eyaletlerin başında bulunan kişilerin mutasarrıf olarak anılması, XIX. yüzyılla birlikte olmuştur. Buralar ber vech-i mutasarrıflık (Arpalık Maaşı, Osmanlı Devleti’nde idare, saray ve bilim insanları (ilmiye sınıfı) ile görevine son verilen veya emekli olan memurlara ödenen maaş veya ek ödenektir) olarak yönetilmeye başlanılmış ve buraların yönetimi-idaresi de mutasarrıf olarak anılan paşalara bırakılmıştı. Mutasarrıfın validen farkı, büyük kısmının mutasarrıf olarak görevlendirildiği sancak veya eyalete gitmeyerek, buralara mütesellimler göndermiş olmalarıdır.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren Ankara Kayseri Sancağı, Çankırı ve bazen de Sahibata Karahisarı Sancakları ile birleştirilerek vezir rütbeli paşalara “ber-vech-i arpalık” olarak verilmiştir. Ama muhafızlık görevi bulunan Paşalar sancağa gidemedikleri için sancağın idaresini kendilerinin tayin ettiği ve Padişah tarafından onaylanan mütesellimlere (Mütesellim, sancağın devlet hazinesine ödemek zorunda olduğu para ile diğer gelirleri toplayıp zamanında göndermekle görevliydi ve beylerbeyi yahut sancak beyinin vekili durumunda bulunduğu için onların yetkilerine de sahipti) bırakmışlardı.108 Ankara Sancağı’nın 1737’den itibaren malikâne sistemiyle tanıştığı bilinse de bu sistem çok uzun sürmemiştir.
XIX. yüzyılın da ilk yıllarında Nefs-i Ankara’da denilen merkez Ankara şehri (1785-1809) ona bağlı olan iki kasaba (Kasaba-i Bala ve Çukurcak, Kasaba-i Süfla ve Bacı Nahiyeleri), Çubukâbâd, Yabanâbâd, Murtazâbâd, Ayaş, Haymateyn, Yürükan-ı Ankara, Şorba, Nalluhan ve Beypazarı kazalarından oluşmuştur. Bu tarihten sonra Semerözü, İstanos ve Arabsun adıyla 3 kazanın da ilave edilmesiyle Ankara Sancağı’nın kaza sayısı 13’e yükselmiştir. Ankara Kazası, bugünkü eski Ankara’nın bulunduğu yeri kapsıyordu. Merkez Ankara’ya bağlı olan Kasaba-i Bala ve Çukurcak Nahiyesi bugünkü Elmadağ ve Keskin’e doğru olan bölgeleri içine almaktaydı. Kasaba-i Süfla ve Bacı Nahiyesi ise Ankara’nın batısında Ayaş, Mürted ve güneyde de Haymana Kazası’na doğru uzanan yerlere denilmiştir.
Ankara Sancağı’nın farklı bölgelerinde yaşayan konar-göçer aşiretlerde bulunmaktaydı. 1785 tarihinde Kasaba-i Süfla’ya tabi Polatlar, Hisarcık ve Babaören köylerinde Elçi Aşireti, yine aynı tarihlerde Hisarcık köyü ve çevresinde Abdilli ve Alaferizli Aşiretleri, 1788’de aynı kasaba çevresinde barınan ve geliri Valide Sultan Hassı olan Bozulus Türkmen Aşireti (Tabanlı Cemaati), 1790’da Bozulus Türkmen Aşiretinin yaşadığı yerlerde ve Haymanateyn kazalarında parakende olarak yaşayan ve geliri Cabbar-Zade Süleyman Bey’in “ber-vech-i malikâne” sorumluluğunda olan Boynuincelu Aşireti, 1786’da Kasaba-i Bâlâ ve çevresinde yaşayan Badıllu ve Merdisi Ekrat Aşiretleri yine aynı tarihlerde Kasaba-i Bala Nahiyesinde barınan ve geliri Havass-ı Humayun, Şehzade Hassı ile Zahide Hanım Sultanın “ber-vech-i malikane”si şeklinde bölünen Karakeçili Cemaati, 1790’da Valide Sultan Hassına tabi olup Cihanbeyli Kazası’nda (Esbkeşan) yaşayan ama farklı nedenlerden dolayı bulundukları yerden kalkıp Ankara Sancağı içinde dolaşan ve bütün çabalara rağmen de göç ettirilemeyen Türkmen ve Ekrat Aşiretleri örnek gösterilebilir (Tekemen Altındaş, 2016, s. 40).
Ankara Sancağı 1803 yılına kadar Özi, Anapa, Soğucak, Belgrad ve Karadeniz Boğazı gibi yerlerde muhafızlık görevi yapan vezir rütbeli paşalara ber-vech-i arpalık olarak verilmiştir. 1803-1807 yılları arasında İrad-ı Cedid-i Hümayun Hazinesi Üsküdar Ocağı’na bağlanmış ve 1807 yılından sonra tekrar mutasarrıf paşalara verilmiştir.
XIX. Yüzyıl Ankara’da İmar
Tanzimat’ın ilanına kadar Osmanlı Devleti’nde saray ve diğer resmi binaların yapılmasında inşaat ve tamirat işleriyle ilgilenen Hassa Mimarları teşkilatının, sancaklardaki temsilleri şehir mimarları vardı. Şehir mimarları bulundukları yerin imar işleriyle uğraşmak, içme suyu ve kanalizasyon hatlarını kontrol etmek, dini ve sosyal içerikli yapılarla ilgili gerektiğinde keşif raporu çıkartmak ve mimari konulu mahkemelerde şuhud’ül-hal (Osmanlı Devletinde Kadıların bir diğer yardımcısı veya yardımcıları mahkemelerde yargılamaya bir anlamda müşahit ve bilirkişi sıfatıyla katılan şuhudül haldir. Bu kişiler şehrin ileri gelenlerinden ve herkes tarafından güvenilir bir konumda olan şahıslardan teşekkül ediyordu) olarak bulunmak gibi görevleri vardı.
Ankara’da Tanzimat’a kadar düzenli olarak hassa mimarının bulunduğu söylenememektedir. İhtiyaç durumuna göre merkezden görevli gelen hassa mimarları işlerinin bitmesiyle İstanbul’a dönmektedir. Ankara’da dülger, doğramacı ve ona tabi olan diğer meslek gruplarından ustalar bir araya gelerek meslekte bilgi, beceri ve deneyimi olan, beraber uyum içinde çalışabilecekleri ustalardan birini kendilerine mimarbaşı unvanıyla seçip naibe bildirmekte ve naipten seçtikleri mimarbaşının unvanını kabul etmesini rica ediyorlardı. Seçimle belirlenen mimarbaşının görev süresi belirli olmamakla birlikte meslekteki başarısına veya esnaf ile ilişkisine göre değişebiliyordu (Tekemen Altındaş, 2016, s. 49).
XIX. Yüzyıl Ankara Nüfusu
Ankara’nın 1785 ve 1830 yılları arasındaki nüfusunu resm-i tekalif, resm-i avarız ve resmi salyane gibi çeşitli vergilerin toplanmasında esas kabul edilen defterlerdeki avarızhane (3, 5, 7, 10, 15 evden oluşan bir vergi birimidir. İmparatorluğun her yeri için standart bir avarız hanesi birimi de yoktur) sayıları ile cizyelerin toplanmasında kabul edilen cizye evrakı sayılarında geçmektedir. Ankara’da avarızhane sayıları 1607’den 1840’lı yıllara kadar dönem dönem farklılıklar göstermiştir. Bu farklılığın sebebi ise 1607’den itibaren Celali isyanları iken 1785’ten itibaren de bölgede veba, çekirge salgınları ve kuraklık gibi tabii olayların yaşanmasıdır. Buna ilaveten arka arkaya ortaya çıkan savaşlar nedeniyle reayadan asker, para ve zahirenin toplanması yöre halkının iktisadi ve ictimai alanda sıkıntıya düşmesine yol açmasını da eklenmektedir. Dolayısıyla vergi zorunluluğu olan halk vergisini ödeyemez duruma düşmüş bu sebeple de mahkemeye başvuran halk avarızhane sayılarının düşürülmesini talep etmiştir (Tekemen Altındaş, 2016, s. 57).
1785-1830 tarihleri arasında yapılan araştırmalara göre fakir 53 menzil (ev) 1 avarızhane olarak kabul edilirken, varlıklı 10 menzilin de 1 avarızhane olarak kabul edildiğini bilmekteyiz. 1785-1836 yılları arasında avarızhane, gerçek hane ve kat sayılarına bakıldığında tahmini nüfusun 7275 ile 65190 kişi arasında değiştiği görülmektedir. İncelenen dönemde nüfusun büyük farklılıklar göstermesinin nedeni vergi toplamak amacıyla düzenlenmiş olan avarızhaneler ile gerçek hane sayılarının esnek olmasıdır. Bu farklılığın diğer bir nedeni de görevleri gereği örfi ve avarız vergilerden muaf olan askeri, dini görevliler, seyyidler ve medreselerde-sıbyan mekteblerinde görev yapanların sayılmaması da vardır. Ayrıca Hacı Bayram Veli ve Taceddin-i Veli’nin yüzü suyu hürmetine herhangi bir emlaki olmayıp ve arazi tasarruf etmediği için vergiden muaf tutulan bir kesimde vardı. Ankara’da 1785-1830 yılları arasında 19000 vergiye dahil kişi, 150 mutasarrıfın Kapu Halkı ve diğer askerler, 250 aileleriyle birlikte Askeriler, 15 bekar Askeriler, 75 Ankara Kal’asında sürekli görev yapan aileleriyle birlikte askeri sınıf, 183 kişi aileleriyle birlikte dini görevliler, 250 kişi Hacı Bayram-ı Veli Mahallesi halkı, 180 kişi de aileleriyle birlikte ilmiye mensuplarıyla beraber toplam nüfus 20103 olduğunu bilinmektedir.
XIX. Yüzyıl Ankara Ekonomisi
Osmanlı Devleti’nde birçok şehir gibi Ankara’da nüfusun büyük bölümü geçimini tarımdan ve XVIII. yüzyıla kadarda da tiftik ve softan kazanmıştır. Tiftik keçilerinin zamanla ıslah edilemeyişi ve dünyanın farklı yerlerine götürülen tiftik keçilerinin üretimi artması ve ucuzlaması dolayısıyla da Ankara ve yakın çevresinde tiftik ve sof gelirinde büyük bir azalmaya neden olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin diğer şehir merkezlerinde olduğu gibi Ankara’da merkez olarak ticari konuda yakın çevresinin merkezi konumundaydı. Ankara merkezde Keçiviran, Ayvalık, İncirlik, Solfasol, Çinçin Bağları, Cebeci Bağları, Büyük ve Küçük Esad gibi yerlerde bağ ve bahçe tarımı haricinde yakın çevresinde bugünkü Çubuk suyunun geçtiği güzergâhlarda bahçe-bostan tarımı, Kasaba-i Bâlâ ve Kasaba-i Süfla Nahiye ve köylerinde de yoğun bir tarım faaliyeti varken Miranos ve Erkeksu gibi köylerde ise sadece sofculuk yapılmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin diğer şehirlerinde olduğu gibi Ankara’da da halkın ürettiği mallar önemli bir gelir kaynağıydı. Gelir kaynakları özellikle Ankara ve yakın çevresinde dokunan sof kumaşlarından ve şaliden alınan vergiler, kumaş boyamasında kullanılan maddelerden, ipekten, tiftik ve tiftik ipliğinden alınan vergilerden oluşmaktaydı. XVI. yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar önemli bir gelir kapısı olan mukataaya bağlı gelir kaynakları azalmıştır. Bunun en önemli nedeni hammaddenin faklı nedenlerden dolayı azalması ve kumaş boyamasında kullanılan maddelerin pahalı olmasıdır.
Ankara’nın büyük mukataalarında bir diğeri de Mirliva-i Ankara Hass Mukataası olup, gelir kaynağı fazla idi. Tarihi çok eskilere dayan vakıf, Osmanlı toplumunda da kurumsallaşmış ve devlete hem sosyal hem de ekonomik yönden kolaylık sağlamıştır. Sosyal yönden camii, imaret, han, hamam, medrese, kervansaray, türbe, çarşı, köprü ve yolların büyük bölümünün vâkıfın gelirleriyle yapılması ve buraların gerektiğinde onarımının yapılması bakımından oldukça önemlidir.
Osmanlı Devleti’nin diğer şehirlerinde olduğu gibi Ankara’da da vakıflar birçok dini ve sosyal amaçlı yapılar yapmakta, bakımı ve ihtiyaçları yine vakıflar tarafından karşılanmakta idi. XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren birçok vakıf camii, mescid, han, hamam, dükkân gibi binalar kaynak yetersizliğinden dolayı bakım ve onarımlarının yapılamadığı bunun içinde ara sıra başka kaynaklardan faizle para alındığını, bazı vakıf kurumları içinde şehir sakinlerinden salyane şeklinde para toplandığı bilinmektedir.
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına kadar kalede görev yapan ve sayıları 10 ile 18 kişi arasında değişen bir askeri taife vardı. XVIII. yüzyıla kadar bu gruba köylerde gelir düzeyleri farklı tımarlar verilirken bu yüzyıldan itibaren tımarları geri alınmış ve emlak ve arazi tasarruf etmedikleri sürece ülke genelindeki vergilerden muaf tutulmuşlardı. Bu grup sefer zamanında kendilerine eşmek şartıyla verilen tımarlardan buğday ve arpa olarak yararlanıyordu. Gelirlerinin büyük bölümünü kendileri tüketen bu grup azda olsa şehir ekonomisine katkıda bulunuyordu.
Cumhuriyet Döneminde Ankara
Ankara’nın kaderini kökten etkileyen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, ülkenin olduğu kadar kentin de sosyal, siyasal ekonomik, kültürel ve sosyo-mekânsal yapısında önemli bir kopuşa ve değişime neden olmuştur. Bu dönemde imparatorluğun çözülmesi sonucu ulus-devletleşmeye çalışan Türkiye’nin yaşadığı süreç, Avrupa’daki uluslaşma sürecinden oldukça farklı bir seyir izlemiştir. Her şeyden önce Türkiye, kale kentlerin ve feodal kimliklerin aşılmasıyla oluşan ulusal kimliğin daha büyük mekânsal alanlarda gerçekleştirdiği bütünleşme sonucu yaşanan bir ulus-devletleşme süreci yaşamamıştır. Tam tersine, ulus-devletleşme süreci, Türkiye’de hem Balkanlaşma hem de savaş sonrası bir imparatorluğun çözülmesiyle sonuçlanan parçalanma sürecinin ardından ortaya çıkmıştır. Yani yeni kurulan Türkiye, bir ulus kimliğinden yoksundur ve bundan dolayı kimliğin ve ulus bilincinin devleti kuranlarca geliştirilmesi gerekmiştir.
Bu anlamda mekânsal düzenleme stratejileri ve özellikle başkent seçimi, Cumhuriyeti kuranların bu amacı gerçekleştirmek için kullandığı en önemli stratejilerden biri olmuştur. Ancak bu strateji, Tekeli’nin de belirttiği gibi iki farklı düzeyde gerçekleştirilmiştir. Öncelikle ülke mekânı bir Ulus-Devlet mekânına dönüştürülmüş, daha sonra ise kentler modernleşmenin mekânları olarak yeniden düzenlenmiştir. Ankara, başkent olarak, her iki düzeyde de önemli rollere sahip olmuştur.
Osmanlı’nın mekânsal düzenleme stratejilerinde önem verdiği liman kentlerindense, sırtını çevirdiği Anadolu kentlerini öne çıkarması olmuştur. Öncelikle, bu temel stratejiye de uygun bir şekilde, üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul bırakılarak Ankara başkent ilan edilmiş, Anadolu’daki kentleri birbirine bağlayan Ankara merkezli bir demiryolu şebekesi oluşturularak iç pazar bütünlüğü sağlanmış, dengeli bir ekonomik kalkınma amacıyla bu demiryolu güzergâhlarında fabrikalar kurulmuştur. Tüm bunlarla paralel bir şekilde Ankara’nın çağdaş bir kent olarak yeniden imarı ve modern kentsel yaşam pratiklerinin geliştirilmesi diğer kentlere örnek olmuş ve kurulmaya çalışılan ulus-devletin simgesi hâline gelmiştir. Şüphesiz ki, çok önceden ve daha farklı bir şekilde modernleşmeye başlayan eski başkent İstanbul, yeni Cumhuriyetin başkenti olarak devam etseydi, Türkiye’nin Ulus-Devlet kurma ve ulusal kimlik oluşturma serüveni çok farklı tarzda ve formda gerçekleşirdi (Dursun & Poyraz, 2014, s. 42).
Ankara’nın Başkent Oluşu
İstiklal Harbi esnasında 1921 Ağustos ayında Batı Cephe’sinden kötü haberler gelmeye başlamış, Yunan ordusu Büyük Ankara Harekatını başlatarak Sakarya’ya kadar gelmiş, hedefleri ise Ankara Şehri olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Ankara’nın İstiklal Harbi için önemini bilen ve geleceğin başkenti olmasını isteyen bir tavır içinde bulunmuştur. Ankaralılar da Paşa’ya “Hemşerilik” unvanı verecek kadar kendisini benimsemişlerdir. Ankara Belediye Meclisi toplanmış ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı, Ankara’nın Hacı Bayram Mahallesi’nin nüfus kütüğüne kaydetme kararı almıştır. Akabinde, düzenlenen nüfus hüviyet cüzdanı Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) öğrencilerinin hazırladığı atlas bir kese içinde Mustafa Kemal Paşa’ya sunulmuş ve kendisi resmen Ankaralı olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal, İstiklal zaferinden sonra, bir taraftan barış görüşmelerini sürdürmüş diğer taraftan vatanın geleceği için çeşitli hazırlıklar yapmıştır. Bu bağlamda 16 Ocak 1923’te Türk basınının başyazarları İzmit’e davet edilmiştir. O günkü konuşmalarda devletin merkezinin neresi olacağı sorusu da gündeme gelmiştir. Ankara Şehri, tarihsel avantajlara sahiptir, ayrıca İstiklal Harbi esnasında milli kuvvetler Ankara halkının yoğun ilgisi ile karşılaşmıştır. Ankara, savunma açısından da oldukça elverişli; denizlere uzak, karadan da coğrafi yapısı ve sağlam kalesi nedeniyle işgal edilmesi zor bir şehir ve Cumhuriyet’in başkenti olmaya değer bir yerdir.
“Milli Mücadele” Hareketi’nin başarıya ulaşması sonucu Cihan Harbi’nin galibi olan devletler, yeni bir barış antlaşmasının gereğine inanmışlardır. Osmanlı Devleti’nin meselelerinin 1922 yılı durumuna göre çözülmesi için İstanbul Hükümeti ve TBMM Hükümeti Lozan Konferansı’na birlikte çağrılmıştır. Ancak TBMM Hükümeti 1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatı kaldırdığı için Konferansa sadece TBMM Hükümeti temsilcileri katılmıştır. Lozan’da 13 Kasım’da barış görüşmeleri başlamış, Türkiye’den delege olarak Hariciye Vekili İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur ve Hasan (Saka) Beyler gitmiştir.
4 Şubat 1923’de anlaşmazlıklar nedeniyle görüşmelere ara verilmiş, 23 Nisan’da görüşmeler tekrar başlamış ve nihayet 24 Temmuz 1923’de Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır.
Lozan Barış Antlaşması, emperyalist güçler üzerinde büyük bir zafer olmuş, Türkiye, konferansa katılan diğer devletlerle eşit durumda bulunmuştur. Bu antlaşma birçok halka, özgürlükleri ve istiklalleri için emperyalizme karşı kararlı bir mücadele verme konusunda esin kaynağı olmuştur. Böylece, İstiklal Harbi’nin sonuncu evresi olan Lozan Barış Konferansı, Türk Devleti’nin ulusal egemenliğinin tüm dünyaca kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır. Barış antlaşmasının imzalanmasının üzerinden çok geçmeden, 29 Ekim 1923’te, Türkiye’de “Cumhuriyet” rejimine geçilmiştir.
Lozan Konferansı günlerinde yabancı temsilcilerin büyük çoğunluğu İstanbul’da, Dışişleri Bakanlığı ise Ankara’da idi. İstanbul’da işleri idare etmek için geçici bir delegelik açılmış ve başına da Dr. Adnan (Adıvar) atanmıştır.
Yabancı ülkelerin temsilciliklerinin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasının istenmesi, hoş karşılanmamış, hatta İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve ABD hükümetleri Ankara’ya büyükelçi göndermeme planları yapmıştır.
Esasen Ankara, 23 Nisan 1920’den beri fiilen Türkiye’nin merkezidir. Ancak başkentin yasa ile belirlenmesinin zamanı gelmiştir. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın Malatya milletvekili sıfatıyla Meclise sunduğu:
“…9 Teşrinievvel 1339 Maddei Kanuniye — Türkiye Devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir…” Yasal düzenleme ile Türkiye Devleti’nin resmi başkenti Ankara şehri olmuş, 14 Ekim 1923 Tarihli Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Ankara’nın başkent oluşunu manşetten duyurmuştur (Öztürk, 2019, s. 72).
29 Ekim 1923 sabahı Halk Partisi toplantısına başkanlık eden Fethi Bey tarafından Cumhurbaşkanlığı için adaylar listesini okunmuş, öğleden sonra yapılan toplantıda Büyük Millet Meclisi, devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet olmasına karar vermiştir.
Ankara artık küçük bir kasaba olmaktan çıkmış, yeni kurulan Türkiye Devleti’nin başkenti olmuştur. En özel günlerinden birini; 29 Ekim 1923 günü yaşamış, evlerde gaz lambaları yanmış, toplar atılmaya başlamış, Ankara halkı sokaklara dökülmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önüne gelen halk, devletlerinin adının Türkiye Cumhuriyeti ve İlk Cumhurbaşkanlarının ise görülen Gazi Mustafa Kemal Paşa olduğunu öğrenmişlerdir.
Cumhuriyet Sonrası Ankara’da Modern Yaşam
Ankara’da modern ve yeni yaşama ilişkin uygulamalar özellikle 1950’li yıllara dek büyük önem taşımaktadır. Cumhuriyetin kurumsal ve mekânsal olarak inşa edildiği bu süreçte modernleşmeyi esas alan resmi ideoloji, bu etkinliklerin etkin birer araç olarak ele alınması konusunda kaçınılmaz biçimde- ısrarcıdır (Bayraktar, 2016, s. 68). Bu açıdan bakıldığında Ankara’da başkent olduktan sonra merkez Ulus’ta, ardından kentin gelişimine bağlı olarak merkez özellikleri kazanmaya başlayan Kızılay’da ve özelleşmiş yerler olarak Cebeci ve Maltepe’de modern ve yeni bir yaşamdan söz edilmektedir.
Ulus Ankara’nın ilk merkezidir. O zamanki adıyla Taşhan Meydanı (şimdiki adıyla Ulus Meydanı) ise kentin ilk kamusal mekânı olarak Eski Ankaralılar ile Yeni Ankaralıların buluşma ve toplanma yeri olmuştur. Her iki grup da 1940’lara dek Ulus’u merkez olarak kullanmış, gündelik uğraşlarını burada sürdürmüş, çeşitli tören ve kutlamalarla Cumhuriyet coşkusunu burada birlikte yaşamışlardır. Ulus Cumhuriyet sonrası politik ve bürokratik merkez özelliklerinin yanı sıra açılan sinema, pastane, bar, vb. mekanlar ve kentsel açık alanlar ile aynı zamanda sosyal bir merkez haline gelmiştir. Ulus’ta ilk yıllardan başlayarak meydanlar, parklar, resmi yapıların bahçeleri, vb. modern ve yeni yaşamı yaygınlaştıracak çeşitli aktiviteler için kullanılmaya başlanmıştır. Bu açık alanlardan en çok bilineni Ankara Palas, Merkez Bankası, Bankalar Caddesi üçgeninde kalan Millet Bahçesi’dir. Akasya ağaçları, ortasındaki havuzu ve ahşap sinema binası ile Ankaralıların çeşitli kutlamalar (Sakarya Meydan Savaşı zaferi, ilk İşçi Bayramı) ve bando dinletileri için yoğun olarak kullandıkları, Ankara’nın ilk çiçekçisine de ev sahipliği yapan bahçe içerisinde Atatürk’ün de sıklıkla gittiği bir lokanta ve çay bahçesi bulunmaktadır. 1925 yılında Fresco Bar adıyla açılmış olan lokanta o yıllarda bir buluşma mekanı olarak Ankara’nın sosyal yaşamına damga vurmuştur. Törenlerin izlenme yeri, milletvekillerinin ve bürokratların dinlenme mekanı olan Millet Bahçesi’nde sinemaseverler için her gece yapılan film gösterimleri 1924 yılında kurumsal bir işleyişle, yenilenmiş kare biçiminde sahnesi olan, localı sinema binasında gerçekleştirilmeye başlanmış, bina tiyatro temsillerine, dahası Büyük Orkestra’nın Ankara’daki ilk konserine de ev sahipliği yapmıştır.
Bahçede bu etkinliklerin yanı sıra modern ve yeni yaşamın yaygınlaşması ve sergilenmesi amacıyla özel günlerde hafif müzik eşliğinde gençler dans etmekte, yaşlılar Türk Müziği konserleri dinlemektedir. Ancak bir Osmanlı mirası olan Millet Bahçesi 1926 yılında kapatılmış, bahçenin bir kısmına 1933 yılında sıra dükkânlardan oluşan Şehir Çarşısı yapılmış, bahçenin, çarşının arkasında kalan bir bölümü Şehir Bahçesi adıyla kullanıma devam etmiştir.
Ankara’da Spor
Ankara’da gelişen ilk spor dalı futboldu. İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğu döneminde etkili olmaya başlayan futbol, Ankara’da gerçek anlamda ilk kez Kurtuluş Savaşı’nda başladı. Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Ankara’ya taşınan İstanbul takımları Altınörs İdmanyurdu ve Turan Sanatkaran Gücü’nün kurucuları bu takımları da şehre taşımıştı. Bu iki güçlü takıma rağmen 1922-1923 sezonu şampiyonu Harbiye (Muhafız Gücü) takımı olmuştur. 1923 yılında iki yeni futbol takımı ardı ardına kurulmuştur. Bunlardan biri Gençlerbirliği Kulübü, diğeri Muhafız Gücü’ydü. Savaşın sonlarına doğru Ankara İdadisi öğretmen ve öğrencileri spor yapabilmek için bir kulüp kurmaya karar verdi. Gençlerbirliği adını verdikleri bu kulübün renkleri kırmızı ve siyahtı. Alınan bu kararlardan sonra 14 Mart 1923 tarihinde Gençlerbirliği Kulübü resmen kuruldu. Gençlerbirliği kurulduğunda İstanbul kökenli Turan Sanatkaran Gücü kulübünü karşısında rakip oldu. Bu kulüp adını daha sonra Ankaragücü olarak değiştirecektir. Kulüp 1935 yılında da aynı adla dokuzuncu yıl dönümünü kutladı. Bu kutlama programına göre; 350 sporcu saat 15’te istasyonun arkasından yola çıkacak ve Samanpazarı’na gidecekti. Adliye Sarayı önündeki Atatürk heykeline çelenk bırakacak, bırakılan çelenk sonrasında genel sekreterin vereceği söylev sonrasında geri dönecekti. Programın devamında Ankara Gücü takımı Kırıkkale Gücü takımı ile futbol maçı yapacaktı. Bu maça tüm Ankara Gücü taraftarları davet edilmekteydi (Taşkıran, 2013, s. 67).
Ankara’da futbol takımlarının ve turnuvaların sayısı her geçen gün arttıysa da şehirde maçların oynanabileceği modern bir stadyum bulunmamaktaydı. Maçlar Cebeci’deki çayırlıkta oynanıyordu. Çayırın bir kenarına iki sıralı tribün yerleştirilmişti. Bu tribünün seyircileri arasında futbola meraklı Şükrü Saraçoğlu başta olmak üzere, takımların yöneticileri, yüksek rütbeli memurlarda yer alırdı. Bu eksikliğin giderilmesi gerekiyordu. Bu nedenle de 1933 yılında Ankara’da spor tesislerinin tasarımı için uluslararası bir yarışma düzenlendi. Katılanlardan biri Macar, diğeri ise İtalyan Paolo Vietti-Violi idi. Bu yarışmadan galip çıkan İtalyan mimar yılın mimarlık dergisinde haber olarak verildi. Mimarın tasarısında kapalı ve açık tribünler, atletik sporlar stadı, bisiklet stadı, ragbi, basketbol gibi sporlar için alanlar, tenis kortları, jimnastik salonuve 30 metre uzunluğunda yüzme havuzu, vestiyerler, sporcuların kalabileceği binalar, sağlık kontrollerinin yapılacağı bir mekan, spor kulüpleri, işaret kulesi, pergolalar, ağaçlıklar bulunuyordu.
Bu tasarımın en önemli özelliği elbetteki stadyum inşaasıydı. Bu stadyumda Cumhurbaşkanlığı locasının da bulunacağı 100 metre uzunluğunda bir tribünde bulunacaktı. 1934 yılında yapımına başlandı, 15 Aralık 1936 tarihinde 19 Mayıs Stadyumunun açılışı gerçekleştirildi.
Kaynakça
Akyol, A. (2014). Roma-Bizans Döneminde Ankara (Siyasî, Fizikî, İdarî, Sosyo-Ekonomik ve Dinî Yapı). Celal Bayar Üniversitesi, Doktora Tezi, Manisa.
Bayraktar, A. N. (2016). Başkent Ankara’da Cumhuriyet Sonrası Yaşanan Büyük Değişim: Modern Yaşam Kurgusu ve Modern Mekânlar. Ankara Araştırmaları Dergisi, 4(1), 67-80.
Dursun, D., Poyraz, U. (2014). Ankara. M. Yılmaz, A. Çolpan Kavuncu (Ed.). Türk Dünyası Başkentleri. Ankara, Almatı – Astana, Aşkabat, Bakü, Bişkek, Duşanbe, Lefkoşa, Taşkent (25-81). Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.
Öztürk, B. (2019). 1918-1938 Yılları Arasında Ankara’da Sosyal ve Kültürel Hayat. Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
Taşkıran, Ö. M. (2013). Atatürk Döneminde Ankara’da Günlük Yaşam. Dokuz Eylül Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Tekemen Altındaş, E. (2016). XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Ankara. Ankara Üniversitesi, Doktora Tezi, Ankara.